Dünyamız evrendeki trilyonlarca gezegenden biri. Okyanusta bir su damlası. Buna rağmen eşsiz ve benzersiz. Dünyamızı eşsiz ve benzersiz kılan ise canlılara ev sahipliği yapması. Bu her zaman böyle değildi. 4,5 milyar yaşındaki dünyamızın ilk 700 milyon yılında hayat yoktu. Sonrasında ise okyanuslarda ve karada canlılık tam 5 kez bitme noktasına geldi. Canlı türlerinin en az yarısının yok olduğu bu olayları ‘kitlesel yok oluş’ olarak adlandırıyoruz.

Kuşkusuz bu yok oluşların en bilineni 66 milyon yıl önce gerçekleşen ve dinozorların dünyamızdan silindiği ‘5. yok oluş’tu. Günümüzde ise yeni bir yok oluş tehdidiyle karşı karşıyayız. Dünya üstündeki canlı türü sayısı ve bu türlerin nüfusları hiç olmadığı kadar hızlı bir azalış içinde.
Tür ve doğal yaşam alanı kaybı aslında uzun zamandır biliniyor. Yakın geçmişe kadar bu bir kitlesel yok oluş olarak değerlendirilmiyordu ve bu nedenle bugüne kadar korumada öncelik, nesli tükenme tehlikesi altında olan türlere verilmişti. Mayıs ayında Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’nde yayınlanan bir makale, durumun tahminlerden de kötü olduğunu gösteriyor. Çalışma sadece tehdit altındaki türlere değil, bir bütün olarak dünya üzerindeki doğal yaşamın korunmasına odaklanmamız gerektiğini çok açık bir şekilde gösteriyor. Zira çalışma, geride bıraktığımız yüzyıl içinde memeli hayvanların yayılış alanlarının yüzde 80’ini kaybettiklerini, 1970’den günümüze kadar ise seçilen 3 bin tür için, canlı sayısının yüzde 50 azaldığını ortaya koyuyor.

‘6. yok oluş’ aslında en fazla farkında olmamız gereken yok oluş. Çünkü içinde yaşadığımız bu yok oluş süreci ‘antropojenik’, yani önceki yok oluşlardan farklı olarak insan faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Küresel ölçekte hızla artan nüfus ve tüketim, seri üretim ve kullan at ekonomisi, doğal yaşam alanlarının endüstriyel tarım alanlarına dönüştürülmesi ve ormansızlaştırma, iklim değişikliği ve etkileri, kara ve denizlerde artan kirlilik ‘6. yok oluş’un ana sebepleri. Buna rağmen, yeni bir yok oluş sürecinde olduğumuzun geniş kitleler tarafından bilinmemesi, yok oluşu önleyecek sosyal ve ekonomik dönüşüme toplumsal desteğin düşük olmasına ve gerekli tedbirlerin yeterince alınmamasına neden oluyor. Bu da canlı türlerinin soylarının tükenme sürecini hızlandırıyor.

Biyo-çeşitlilik kayıpları

Geçtiğimiz hafta yayınlanan bir rapor, bu durumu değiştirmeye aday. Bioversity International adlı bir düşünce kuruluşunun yürüttüğü araştırmanın sonuçları, biyo-çeşitlilik kayıplarının gıda güvencesini tehdit eder hale geldiğini ortaya koyuyor. Bu da işin ucunun insanoğluna artık daha fazla dokunmaya başladığını gösteriyor. Kuruluşun genel müdürü Ann Tutwiler gıda kaynaklarımızı oluşturan bitki ve hayvan türlerinin büyük bir bölümü tehdit altında olmasına rağmen, bu konudaki farkındalığın çok düşük olduğunu vurguluyor. Halihazırda tarihsel olarak tarımsal faaliyetlerde kullanılan 1000 tür, ‘tehdit altında’ statüsüne girmiş durumda. Küresel ölçekte gıda tüketiminin dörtte üçü sadece 12 bitki ve 5 hayvan türünden sağlanıyor. Bu da gıda üretiminde istilacı türler, zararlılar ve direnç kazanan virüsler düşünüldüğünde gıda tedarikinde çok büyük bir risk anlamına geliyor.
İnsanoğlu gıda konusunda çok az sayıda türe bağımlı olmanın sıkıntılarını tarihi boyunca çok acı deneyimlerle yaşadı, ama hâlâ gereken dersi almadı. Örneğin 1845-1849 yılları arasında Avrupa’da yaşanan büyük kıtlık, biyo-çeşitlilik eksikliğiyle doğrudan ilişkiliydi. Bu kıtlığın temel sebebi, takip eden yıllar arasında İrlanda’da patates hasadı yapılamaması olmuştu. O dönemde İrlanda’da temel besin kaynağı patatesti ve toplam tarım alanlarının yüzde 32’sinde patates üretimi yapılıyordu. Amerika’dan geldiği tahmin edilen ve 1845’de hızla yayılan bir hastalık, patateslerin henüz olgunlaşmadan tarlada çürümesine neden oldu. Yaşanan bu büyük kıtlık, açlık ve açlığa bağlı hastalıklardan kaynaklanan ölümlerle açlıktan kaçmak için yapılan zorunlu göçler, 1844’de 8,4 milyon olan İrlanda’nın nüfusunun 1851’de 6,6 milyona düşmesine neden oldu. İrlanda da yaşanan nüfus kaybı sonraki yıllarda da devam etti. Yaşanan kıtlık sırasında Osmanlı İmparatorluğu da İrlanda’ya deniz yoluyla gıda göndererek destek olmuştu.
Türkiye’nin 2006 yılında kuş gribiyle tanışması da önemli etkiler yaratmıştı. Birçok tavuk hastalıktan ölmüş, çok daha büyük bir miktarı da itlaf edilmişti. Toplam rakam 2,5 milyonu bulmuştu. Bu durum da tavuk ve yumurta gibi iki önemli besin kaynağına erişimde önemli sıkıntılar yaratmıştı. Bu gibi tehditlere karşı ülke olarak hazırlıklı olmamız, küresel çabalara da destek vermemiz gerekiyor. Bu da ancak tarımsal biyo-çeşitliliğin korunmasıyla mümkün olabilir.

Biyo-çeşitlilik, tarımsal faaliyetlerin yanı sıra, insan sağlığı için de zaruri bir konumda. Rapora göre, ilaç yapımında kullanıldığı tespit edilen 17 bin 810 tür bulunuyor. Tahminler, gerçek rakamın bunun çok üstünde olabileceğini söylüyor. Bu gün bu türler de tehdit altındalar. Biyo-çeşitlilik ve türlerin kaybı, sadece bugün ilaç sanayi için değil, aynı zamanda bugün keşfedilmemiş ama gelecekte bulunabilecek yeni tedavi olanaklarının yok olmasına da neden oluyor.

Dünyamız doğal yaşam kaybında belli bir noktaya geldi. Kaybedilenlerin tamamını geri getirmemiz maalesef mümkün değil. Ama bu kötüye gidişi durdurmak ve iyileştirmek için dönüşümü başlatmak insanoğlunun elinde. Bu amaçla uluslararası, devletlerarası ve ulusal düzeyde kurum ve kuruluşlara önemli görevler düşüyor.

Uluslararası çabalar ve Aichi 2020 biyo-çeşitlilik hedefleri

Bilim dünyasının biyo-çeşitlilik kaybı ve beraberinde getirdiği olumsuzluklara ilişkin tespitleri ulusal ve uluslararası düzeyde karşılık buluyor. Bu kapsamdaki önemli adımlardan biri 1992 yılında Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin (BMBÇS) kabulüydü. Sözleşme kapsamında biyo-çeşitliliğin korunması için önemli süreçler yürütüldü. Bunların en önemlilerinden biri, 2010 yılında Japonya’nın Aichi şehrinde bir araya gelen dünya devletlerinin, 2011-2020 dönemini Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Onyılı ilan etmesiydi. Bu kapsamda, biyo-çeşitlilik kaybını yavaşlatmak için, 5 stratejik amaç altında toplam 20 hedef kabul edildi. 2020 yılına kadar ulaşılması amaçlanan ‘Aichi Hedefleri’nin öne çıkanlarından biri, karasal alanların (iç sular dâhil) yüzde 17’sine, kıyı ve deniz alanlarının ise yüzde 10’una koruma statüsü verilmesi oldu. Küresel ölçekte korunan alanların (karasal) toplam yüzölçümüne oranı hali hazırda yüzde 14.

Avrupa Birliği’nin çabaları, Natura 2000 alanları ve Türkiye

Avrupa Birliği (AB) de biyo-çeşitliliği korumak üzere önemli bir çaba içerisinde. AB’nin bu konudaki en önemli adımları, 1979 yılında kabul edilen Kuş Direktifi ve 1992 yılında kabul edilen Habitat Direktifi. Kuş Direktifi, başta tehlike altındaki 194 kuş türünün, Habitat Direktifi ise kuşlar dışındaki belirli hayvan ve bitki türlerinin özel alanlarda korunmasını hedefliyor. Bu iki direktif kapsamında korunan alanların tümü Natura 2000 alanları olarak adlandırılıyor. Natura 2000 kapsamında AB yüzölçümünün yüzde 18’i koruma altında. Milli parklar ve benzeri diğer ulusal koruma statüleri dikkate alındığında, AB ülkelerinde toplam korunan alanların yüzölçümüne oranı yüzde 25’i buluyor.

AB BMBÇS’ne paralel olarak 2020 biyo-çeşitlilik stratejisini ve hedeflerini belirledi. Strateji kapsamında, türler için yüzde 50 ve habitatlar için yüzde 100 daha iyi muhafaza durumu hedefleniyor. Sürdürülebilir tarım, ormancılık ve balıkçılık faaliyetleri ve istilacı yabancı türlerle mücadele de AB’nin öncelikli hedefleri arasında. Geçtiğimiz Nisan ayında stratejiyi hayata geçirebilmek için ‘Doğa, İnsan ve Ekonomi Eylem Planı’ kapsamında yüzün üzerinde somut tedbir kabul edildi. AB Ortak Tarım Politikası ve bu kapsamda yapılan tarımsal desteklerde biyo-çeşitlilik önemli kriterlerden biri olarak öne çıkıyor. Bu da tarımsal biyo-çeşitliliğin finansal olarak desteklenmesini sağlıyor.

Türkiye 2007 yılında yayınladığı ‘Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Stratejisi ve Eylem Planı’ ile BMBÇS’ye uygun eylemleri gerçekleştirmeyi planladı. AB aday ülkesi olarak da ‘Kuş ve Habitat Direktifleri’ni uyumlaştırma çabası içerisinde. Halihazırda Türkiye’de korunan alanların ülkenin toplam yüzölçümüne oranı yaklaşık olarak yüzde 8. Bu oran ‘Aichi Hedefleri’nin altında kalıyor. AB üyeliğiyle birlikte yeni alanların tespiti ve ilanıyla bu oranın artması bekleniyor.

[Merkezi ve Doğu Avrupa için Bölgesel Çevre Merkezi (REC) Türkiye direktörü olan Rıfat Ünal Salman, çevre ve sürdürülebilirlik konularında 50’den fazla projeye dahil olmuş, çok sayıda rapor, rehber kitap ve makale yazmıştır]
Editör: TE Bilisim